KONUK İZLERİ - Son Köy Enstitülülerden (Enstitüde Durum)

Yazan: İbrahim Belek

Son Köy Enstitülülerden (Enstitüde Durum)

Sato abi başımızda, ellerimizde çantalar, torbalar Savaştepe kasabasının kıyısından geçip üstünde büyük ‘KÖY ENSTİTÜSÜ’  yazısı bulunan kapıdan girdik. Taş yol, köprü ve sesi daha uzaktan işitilen bol sulu ‘Kavak Çeşmesi’. Yatacağımız yerleri gösterdiler, yüklerimizi bıraktık, ''Yeni gelenler toplansın'' dedi Sato abi. Hamama götürdü, herkese don - gömlek ve mintan dağıtıldı. Kendi çamaşırlarımızı sardık sarmaladık yatakhaneye bıraktık. Yine toplandık haydi dediler yemek yemeye. Büyük bir bina, yemekhaneymiş burası, masalar, bakır tabaklar demir kaşıklar… İçinizden iki kişi yemek karavanalarını almak için gitsin dediler. Karnımızı iyi doyurduk: ''Aranızdan bir kişiyi seçin bulaşıkları toplayıp götürsün, herkes biri birini iyi tanısın sabah kahvaltıda aynı yerlere oturacaksınız.'' dediler. Yatakhaneye gittik, yataklarımızın çarşaflarını, üstümüze örteceğimiz battaniyelere kılıflarını geçirdik. Aynı köyden gelenler konuşuyorlar. Erkenden uyumuşuz.


Fotoğraf 1: Savaştepe Köy Enstitüsünün genel görünüşü. Bu binaların tamamı öğrenciler, öğretmenler ve usta öğreticiler tarafından yapılmıştır.

Bir ara yatağımın ucunda duran biri tahta ranzaya vurdu. Kolunda kırmızı kolluk var; ''hemşerim kalk bakalım, giyin yemekhanede masalarda bulaşıklar toplanmadan kalmış, kalk onları toplayıp masaları temizleyeceksiniz.'' Bir iki kişiyi daha kaldırdı. Giyinip gösterilen masaları temizledik, yeniden yataklarımıza döndük. Köy Enstitüsüne böyle başladım. Ama yemekler güzeldi. Hani bizim evde kırmızı toz biber, tuz ve ekşimik karıştırıp ekmeği bana bana karnımızı doyurmamıza benzemiyordu.

İki katlı olan yatakhane binasının bir tarafında lavabolar ve helalar bulunuyordu. Gerekli temizliği yaptıktan ve giyinip bir gün önceden verilmiş olan potinleri de ayağıma geçirdikten sonra Enstitü meydanındayım. Her tarafta sarı boyalı ya da kireçli, tek katlı ya da iki katlı binalar. Yollar taş döşemeli ve sular musluklardan akıyor. Şişman bir öğretmen daha çok ilgileniyor bizimle, bizi toplu halde ‘İLK KISIM’ dediğimiz yere götürdü; havlu, sabun gibi eşya verdi, çimenli bir yamaca oturduk. Ne güzel şeyler anlatıyordu…

Enstitüye yeni gelenler bir hafta içinde toplandılar. Sözlü bir sınav yapılacakmış, yarımız birinci sınıfa geçecek, yarımız da hazırlık sınıfında bir yıl ilkokulun dördüncü ve beşinci sınıf derslerini yineleyecekmiş, gelenlerin içinde tek öğretmenli okullardan ve de eğitmenli okullardan olanlarımız vardı. Yapılan sınavdan sonra 1/A sınıfına 108 numara ile geçtim. Geçemezsem ayıp olurdu: ''Ömerköy Kolejinden mezun ol'' bir de hazırlığa kal!

Sınıf öğretmenimiz Muhittin Özgen’di. Tabiat Bilgisi öğretmeni. Her şeyi ile örnek alınacak bir kişi idi. Ondan çok şeyler kazandım. Sınıfımız tek katlı tavansız, iki tarafında pencereleri olan bizim ‘pavyon’ diye adlandırdığımız bir bina idi. Karşımızda da Muhittin Beyin kurduğu Tabiat Bilgisi Laboratuvar’ı bulunuyordu. Arada laboratuvar temizliğine götürürdü. Mikroskoplar, dolaplarda küçük hayvan tahnitleri, kurutulmuş  bitkiler, isimlendirilmiş kayaçlar; dikkatle onlara bakardık. Bazen mikroskopta olan bir preparatı bize gösterir, sorularımızı yanıtlardı. Her gün derslerin bitiminden sonra saat 17:00-18:00 arasında serbest okuma saati vardı. Bu saatte sınıf öğretmeni bir kitabını alır okur, biz de ya bir kitap okur ya da o gün gördüğümüz derslerle ilgili noksanları tamamlardık. Ön sırada oturduğumdan Muhittin beyin okuduğu kitabı hatırlıyorum: Şahika.


Fotoğraf 2: Köy Enstitüsünün 'Bengi Zeybeği Ekibi.'

Bir gün Muhittin Bey, kalemini hafifçe masaya tıklattı, işaret parmağı ile ‘gel’ dedi. Yanına vardım, Muhittin Bey  çabuk çabuk konuşur. '' Öğretmenler lokaline gideceksin, pardesümü versinler bana getireceksin.'' Pardesü sözünü hiç  duymamıştım, ben ‘su’’ dediğini sandım. Ortalık alaca karanlık, koşa koşa lokale vardım. Emin beye: Muhittin Bey bir bardak su istiyor dedim. Nerede Muhittin Bey? diye sordu. Durdu düşündü. Ve bir bardak suyu bana verdi. Lokal ile birinci pavyon arası 200-300 metre vardı. Suyun yarısı dökülmüş olabilirdi. Sınıfa girdim. Muhittin Bey ince bir gülümsemeyle ''Ben su demedim pardesü, pardesü, yağmurluk''… Tekrar koştum yağmurluğunu getirdim. Omuzuma dokundu ''üzülme kabahat sende değil bende” dedi, “yağmurluk demeliydim’’. Ama ben hiç unutmuyorum bu olayı.

Sabahları 07:00’de bütün okul toplanırdı meydanda. Sınıf öğretmenleri de başlarında. Muhittin Bey, ellerimize, tırnaklarımıza saçlarımıza bakar, uygun olmayanları ikaz ederdi. Sabah yoklamaları alındıktan sonra bütün okul futbol sahasına geçer, iç içe halkalar halinde milli oyunlar oynanırdı. Harmandalı, Tavas Zeybeği, Savaştepe Zeybeği toplu olarak oynanan oyunlardı. Bilmeyenlerin öğrenmesi için oyunlar tekrarlanırdı. Oyunların  müziğini öğrenciler mandolinleriyle çalarlar, hoparlörden verilirdi. Sahanın  kenarında dört-beş metre yükseklikte direğe takılı iki borulu hoparlörden çıkan ses Savaştepe’den duyulurdu. Her sabah milli oyun olmazdı, bir gün oyun olursa diğer gün  spor yapılırdı. Spor günü hareketleri beden eğitimi öğretmenleri idare ederdi. Sabahları bu etkinliklerden sonra kahvaltıya geçilirdi. Sabah saat 09:00 sıralarında ders ve diğer çalışmalar başlardı. Bu düzen hemen hemen altı yıllık öğrenimim boyunca  sürdü.  


Fotoğraf 3: İkinci sınıfta marangozhanenin önündeyiz.

1950 - 1951 öğrenim yılından başlayarak Enstitü’de önemli değişiklikleri biz de anlamaya başladık. Ders kitapları, ders saatleri değişiyor; günde sekiz saat kültür dersi görmeye, tarım ve iş sahalarından biraz çekilmeye başladık. Asıl önemlisi,  Enstitü’ye yeni gelen öğretmenlerin davranışlarıydı: Köy Enstitüsü öğretmenlerinin babacan davranışlarını göstermiyorlardı. Sert ve küfürlü konuşuyorlardı. Sanki bir yerlerde tembihlenmiş durumlar gösteriyorlardı. Büyük sınıflarda bulunan ağabeyler bu durumları daha iyi seziyorlar gerekli tepkiyi gösterdiklerine tanık oluyorduk. Ama öğretmenlerimizin çoğunluğu Enstitü dönemindendi. 

Ben bazı şeylerin sonradan farkına vardım. İkinci sınıftaydık. 1950-1951 öğretim yılı. Resim derslerinde iyiydim. Resim öğretmeni Ömer Ağartan bey kabaca bir şey çizdi ''Bunu afiş haline getireceksin'' dedi. Tahminim 35 cm x 50 cm ebatlarında bir afiş yaptım, sınıfımızın duvarına asıldı: Anne ile baba aralarında bir çocukları, anne baş örtülü, baba şapkalı arkalarından görünüyor. Altta büyük harflerle: ''Aile Yuvası Mukaddestir'' yazıyordu. O zaman hiç derinlemesine üzerinde düşünmedik…

Devlette iktidar değişikliği olmuştu. Köy Enstitüleri hakkında söylenenler havalarda uçuşuyordu! Ortaokullara din dersleri konmuştu. Bizim din dersine de müzik öğretmeni Hıfzı Kayaman Bey geliyordu. Derste sıraları çevirtir, masa haline getirilir, üzerinde namaz kılma talimleri yaptırırdı.

1952 yılında okulumuza yeni müdür geldi. Alanya Orta Okulunda müdürmüş. Daha önceden Köy Enstitülerini görmemiş, çalışmamış. Müdürlükle müdür lojmanı arasında 100 m  uzaklık var. Okulda başka yolu hemen hemen bilmezdi. Bir gün yemekhaneye gelip de birlikte yemek yediğimizi görmedim diyebilirim. Cumartesi günleri bayrak merasimlerine gelir, her konuşmasının içinde '' Çocuklar! sıkın yumruklarınızı siz Türk’sünüz'' sözünü söylerdi.

O zamanlar çoktan Köy Enstitülerinin kurucuları ve çalıştırıcıları Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç  görevlerinden ayrılmışlar ya da bıraktırılmışlardı.

O yıllarda Savaştepe Köy Enstitüsü’nde daha değişik düzenbazlıklar yapılmış, olaylar geçmiş ama ben onlarla karşılaşmadım, sadece sonradan işittim. Diğer Köy Enstitülerinde de bunlara benzer durumlar olmuştur. 

Son sınıfta beş arkadaş Balya’nın Çakallar köyünde iki aylık öğretmenlik stajı yaptık. Burası okula ters bir yerdeydi. Eşyamız, karyolalarımız yataklarımız önce trenle Balıkesir’e sonra kamyon tutup Çakallar’a götürülürdü. Neyse bunların hepsini hallettik. İki ay süre ile Çakallarda kaldık. Otuzdan fazla öğretmenimizden bir tanesi de “Ne yapıyorsunuz, bir sorununuz var mı?” diye gelip sormadı. Bu, okulda öğretmenler arasındaki karışıklıktan ileri geliyordu. Köy öğretmeni yetiştiren kurumlarda çalışan öğretmenlerin köy yaşantısını, köyü, köylüyü çok iyi bilmesi gerekir. Bunların yeni görev alacak adaylara iyi anlatılması gerekir. Bunun noksanlığını, zararını çok gördük.  

1948 ile 1960 yılları arasında karışık bir dönem yaşadı ‘Köy Enstitüleri’. DP anlayışında olan öğretmenlerle laik düşünceyi taşıyan öğretmenler arasındaki gerginlik öğrencilere de etki ediyordu. Ben bu döneme Köy Enstitülerinin ‘Fetret’ dönemi diyorum. Bu dönem de bize rastladı. Tarım ve iş sahalarında çalışmalarımız devam ediyordu ama eski programlar yoktu artık. Atölyelerde cetvel, pergel gibi işler yapıyorduk. Su deposu yapılmasında ustaya yardım ettik. Haftada dört saat ziraat dersi vardı çoğunlukla ‘Çomaklı ‘dediğimiz okula ait dört km uzaklıkta çiftliğe giderdik. Bu gidişlerimiz bazen döner sermayeye ait kamyonla bazen yürüyerek olurdu. Vardığımızda orada devamlı bulunan elemanlar bizi kümeler halinde iş yerlerine ayırırlardı. Mevsimine göre  bahçe işleri, tarla tarımı, sulama gibi işleri yapar, öğle yemeğine yarım saat kala yola düşerdik. Öğleden sonra dört saat kültür dersi olurdu. Ziraat ve sanat dersleri öğretmenlerinden başka diğer öğretmenler bu işlere karışmazlardı. Sınıfın içindeki ter kokusundan Çomaklı’da çalıştığımızı anlarlardı.

Fen derslerini daha çok seviyordum. Tabiat Bilgisi dersinde Muhittin Bey bir yazma ödevi verdi: “Hayvanlardan nasıl yararlanıyoruz?” biçiminde bir soru. Ödev kâğıtlarına yazılacak. Muhittin Bey ödevlere bakmış okumuş. Dersteyiz. Gözlerini de kırpıştırarak hafif de gülümseme ile: ‘Biriniz çook güzel yazmış, çook güzel yazmış’ herkes biri birine  bakıyor, kim acaba diye. ''Karşımda gülüyor, dişlerini görüyorum, numarası 108'' deyince durum anlaşıldı. Köyde yaptığım hayvan çobanlığı işe yaramıştı. Ama her zaman olmuyor kısır tarafımız da var. Üçüncü sınıftayız, yıl sonu yaklaştı. Her sınıftan derecesi iyi olanları öğretmenler kurulu seçmiş, başlarında bir öğretmenle Balıkesir’e iki günlük bir gezi yapılacak. Beş öğrenci ve başımızda tarih öğretmenimiz Osman Saygı. Erkek Sanat Enstitüsü’nde bir toplantıya katıldık, Köy Enstitüsü’nün eski müdürlerinden Ayhan Karasu’yu ziyaret ettik. Bir ara Osman Saygı Bey bizi pastaneye götürdü. Pastane olduğunu sonradan düşündüm. Arkadaşlar yiyecek bir şeyler söylediler, ben önümdeki listeden “tavuk göğsü” dedim. Geldi önüme tatlı tabağı. Tavuk yiyeceğimi sanıyordum. Kimseye belli etmedim durumu ama hiç unutmuyorum. Hayvanların yararlarından 10 numara aldım, ama bundan sıfır!

Savaştepe Köy Enstitüsü’nün 1944, 45, 46 mezunları o zamanlarda müdür olan Sıtkı Akkay’ı hiç unutamazlar, çok severler. Gerçekten o zamanlarda çocuklarla birlikte tuğla taşımış, kum elemiş, geceleri çocukların üstünü örtmüş, yatması da kalkması da hep öğrencilerle olmuş bir insan. 1940’da kuruluşundan 1947’de ayrılışına kadar Savaştepe Köy Enstitüsü Müdürlüğünü yürütmüş. Hakkı Tonguç’un sevdiği müdürlerden biri. Yıllar sonra kızı Nevin anılarında şunları söylüyor: ''Babam müdürlük yaptığı yedi yıl boyunca hiç tatil yapmadı. Her sabah 05:30- 06:00’da okula gider, geç saatlerde eve dönerdi. Erken gidip, geç geldiği için, haftada birkaç gün babamın yüzünü görmediğimiz olurdu. Midesi çok ağrıdığı zaman öğle yemeklerini evde yerdi. İnönü Savaştepe’ye geldiği zaman babamın bu durumunu hissetmiş ya da anlamış olmalı ki, Savaştepe’den ayrılmadan önce annemi de görmek istedi. Enstitü ve babam hakkında memnuniyetini, iyi duygularını belirttikten sonra anneme:  'Müdür Bey bize lazım. Onu size emanet ediyorum. Onun olması bizim için çok önemli. Bu ağır yükün altından herkes kalkamaz. Sıtkı Bey’e çok iyi baktığınıza eminim. Bir ihtiyacınız olursa, hiç çekinmeden bana yazınız.' dedi: İnönü’nün bu onur verici sözlerinden hepimiz çok sevinmiş ve  duygulanmıştık.”

40’lı yılların başlarında  Köy Enstitülerinin arkasında kimlerin bulunduğunu anlatmak için bu paragrafı buraya aldım. Ama 1946 seçimlerinden sonra İnönü bu işten vazgeçti ya da geri plâna attı. Yıllar sonra gazeteci Mustafa Ekmekçi’ye verdiği röportajda şunları söylüyordu: ''…..Ben gücümün yettiği yere kadar giderim. Gücüm kalmadığında durur bakarım, uygun bir zamanı beklerim. Köy Enstitüleri konusunda Parti içinde yalnız kalmıştım. Köy Enstitüleri sistemi istenmiyordu……..'' biçiminde konuşmuştur. Ve siyaset yüzünden  Köy Enstitülerinin arkasını bırakmıştır. 1943 yılında Savaştepe’yi ziyaretinde ''... Köy Enstitülerinden yetişen gençlerimizi candan ve yakından takip edeceğim diyen Cumhurbaşkanı İnönü: 1947’de treni ile İzmir’e geçerken Savaştepe Köy Enstitüsü’nü camdan seyretmiştir. O zamanın öğrencileri de  ‘Paşa artık bizi candan takip etmiyor, camdan takip ediyor.” diyerek serzenişlerini belirmişlerdir...    

İkinci bölümün sonu.


Fotoğraf 4: Bir tören için bahçeden topladığımız çiçeklerle.

Yorumlar

  1. Adsız15:19

    Ellerine emeğine sağlık, çok bilgilendirici oldu benim için 🤗

    YanıtlaSil
  2. Adsız19:26

    Çok iyi bir çalışma olmuş, emeğinize sağlık. Teşekkür ederim 😊

    YanıtlaSil
  3. Adsız22:19

    Belek,yaşadığımız gerçekleri (anılarımızı) çok güzel anlatmışsın.Kutlarım. Süleyman Kandemir

    YanıtlaSil

Yorum Gönder